"Gitmek fiilinin altını çift çizgiyle en güzel trenler çizebilirmiş ona göre..."

17 Aralık 2010 Cuma

Lord of the Flies (Sineklerin Tanrısı)

Kitabını çok daha önceden okumuştum. Filmini de(1990'da Harry Hook tarafından çekilen versiyonundan söz ediyorum) uzun yıllar önce, henüz çocukken izlemiştim ama eleştirel bir gözle izleyebilme şansım olmamıştı. Kitap çok daha detaylı olduğundan ve bu detayların çoğunu, kitabı uzun zaman önce okumuş olmamdan ötürü unutmuş olduğumdan, bu yazı genel itibariyle film olan Lord of the Flies ile ilgili olacaktır. Tabii, salt filminden bahsedecek olmamız, romanı unuttuğumuz anlamına gelmemelidir. Bilakis, filmden bahsetmek, romanın içindeki gizleri de anlamamıza yardımcı olacağından, bir bakıma kitabı daha iyi çözümlememize yardımcı olacaktır.

İnsanın, çocuk da olsa içinde taşıdığı kötülük...Konu genel olarak tek cümleyle özetlenebilir aslında. Lakin bu kötülüğün, ortaya çıktığı davranışları, normatif bir yapı içerisinde kendini sürekli kılabilmesini, yeniden üretebilmesini ve hatta en iyimizde bile(Domuzcuk'u saymazsak, bu en iyi, özellikle kitaptaki kısımları hatırlayacak olursak Ralph oluyor sanırım. Simon'un yaradılışını burada diğer çocuklardan en başta ayırmamız gerekir.) hangi koşullarda, nasıl ortaya çıktığını  görmek; güdüsel bir kötülükten çok daha önemli, dikkat edilmesi gereken bir alt-metin oluşturuyor filme. Evet, Roger mutlak kötü, bunu tahlil etmek o kadar da zor olmuyor. Ama Jack öyle mi? Jack'in öne çıkan özellikleri (liderlik kabiliyeti, yüksek egosu, yetenekleri) onu belki de "zorla" kötü yapıyor. Bu noktada, fazlaca sıradan olan Ralph'ın da "mecburiyetten" iyi olduğunu söylemek  mümkün oluyor tabii. Yani, içimizde taşıdığımız inkar edilemez kötülüğün dışında, belli amaçlar, istekler uğruna ket vurmadığımız belki de vuramadığımız kötü yanımız... Zaten bu kötülüğü, bir anlamda aştığın an Simon gibi bir havari olup çıkıyorsun(Simon ismi Hazreti İsa'nın havarilerinden Simon'a gönderme yapmaktadır) ki o halde dahi kişiyi pek parlak bir geleceğin beklemediğini biliyoruz. Hayatta kalmak uğruna, dışardan gelen herhangi bir etkiye gösterdiğimiz bir tepki gibi kötülüğü veya iyiliği ve hatta bu hallerin derecelerini belirliyoruz diyebiliriz özetle. Kişilere biraz daha derinlemesine bakalım ve Golding'in kitaptaki esas tekniği olan sembolizmin romandaki-filmdeki- yansımalarını bulmaya çalışalım.

Simon filmin en zayıf noktasını oluşturuyor aslında. Onu hiç tanıma şansımız olmuyor. Yalnızca vahşetin çağrısına kurban edilişine üzülüyoruz o kadar. Oysa Simon, kitabın en can alıcı karakterlerinden biri. Bunun dışında, Domuzcuk dahi çok iyi resmedilmiş değil bence. Daha çok, dalga geçilen, hor görülen hatta üzerinden cinsel aşağılamalar yapılan bir karaktere dönüşmüş olsa da ve bunların hepsi, bir yere kadar doğru olsa da, Domuzcuk'un taşıdığı potansiyel filmde hiç mi hiç yer bulamamış kendine. Evet bu çocukların hepsi disiplin sahibi, özel çocuklar, ama kabul edelim ki Domuzcuk çok başka, o, bir yanıyla, hep olmak istediğimiz uygar bireyi yansıtıyor. Kaldı ki, filmde Ralph'in can yoldaşı gibi gösterilse de, aslında, yalnız kalana kadar Ralph'in onu görmezden geldiğini, ona gereken önemi vermediğini de biliyoruz. Ralph'e gelirsek, ben her şeye rağmen, onun "diğerlerinden" farklı bir yerde durmasına özen göstereceğim. Evet, aslında çok yeteneksiz-en az Domuzcuk kadar- ve fakat yeteneksizliği ve basiretsizliğine rağmen sağduyulu, paylaşımcı ve eşitlikçi olması onu diğerlerinden farklı yapmaya yetiyor. Ralph'in durumunu, liderlik melekelerine sahip olmadığı halde hasbelkader liderlik koltuğunda oturanların hemen hepsinde gözlemleyebilirsiniz. Son derece iyi niyetli ve yapıcıdırlar. Lakin bu "iyilikleri" can sıkıntısından başka bir şey uyandırmaz sizde. Jack ise tam tersidir. Kazanma hırsını Melih Gökçek'le dahi bağdaştırabiliriz ancak vahşilikte Hitler'i bile gölgede bırakabilecek kadar "hünerli"dir. Aslında tam bir muktedir'dir o. Onun için şeytan minaresinin kimde olduğu hiç önemli değildir. Adadan kurtulmak için kimin ne yapması gerektiği de. O sadece iktidar olmak ister ve liderlik yapabilecek kabiliyetlere de  sahiptir. Vicdanını köreltmek için, maske niyetine bir boya sürer yüzüne ve yeni kimliğini geçirir üstüne. Artık doyasıya kötülük yapabilir. Çünkü kötülük yapmaması gerektiğini söyleyen, bir oto kontrol mekanizması yoktur artık. O tıpkı ilkçağlardaki gibi bir avcıdır. Üstelik, çetesini bir arada tutması için ne Domuzcuk gibi aklı selim sözler etmesi gerekir ne de Ralph gibi sümsük olması. Bir takım korkular yaratarak tüm çeteyi kendisine bağlayabilir. Ürettiği, korkular bir süre sonra kendi boyunu aşsa dahi, artık bir düzenin yeniden üretimini sağlayacaktır. Roger'e gelirsek, bir dava için canını veren gözükara birinden çok, "devlet için kurşun sıkan" bir psikopatı andırıyor. Tabii filmde Roger de yeterince işlenmiyor. Roger'in tamamiyle kötü olduğunu biliyoruz ancak bunu patolojik bir durum olarak algılamıyorsak nereye oturtacağımızı açıkçası bilemiyorum.

Karakterleri sembolik yakıştırmalarla inceledik aslında. Lakin, romanın İkinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından, belki de savaştaki güç dengesini resmedebilmek amacıyla yazıldığını biliyoruz. Bu noktada, kitabı değerlendirirken sıkça başvurulan yöntemlerden ilki, Ralph ve Jack karakterlerinden hareketle; çift kutuplu dünyayı tarif etmek olmaktadır. Bu bir yere kadar anlamlıdır da. Hatta, filmden hatırlayacak olursak; Ralph'in çocuklar üzerinde kurulan "Rus" korkusuna büyük bir olgunlukla gülüp geçmesi Ralph'i SSCB cephesinde düşünmemize neden olmaktadır. Jack'in de vahşilikte Hitler'i, ayak oyunlarında ise A.B.D'yi aratmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Domuzcuk hep olmak istediğimiz ama bir türlü olamadığımız ideal birey iken, canımız nedense hep Roger olmak istemektedir. Saf bir kötülük, nedensiz ve dediğim gibi patolojik. Herşeyin dışında, Simon ise dışarıdan kimsenin yaptığına bir anlam veremeyerek, büyük bir şaşkınlıkla olan biteni izlemektedir. Ancak gerçeği kısa sürede tecrübe edecektir: "İnsan insanın kurdudur."

25 Kasım 2010 Perşembe

Talip Apaydın Aydınlığı

Apaydın bir aydınlık onunki. Güzel kafiye oldu, olsun. Ne yalan söyleyeyim, Köy Enstitüleri projesi ve onun yetiştirdiği neslin sahiciliği iliklerime işlemiş gibi. Taşrayı kavrama ve belki de yenme özlemi... Sanki evliliklerin planlı çocuklarından onlar. Buna rağmen ne kadar sahiciler. İşte Talip Apaydın, Kurtuluş Savaşı'nı da yazdı, 12 Eylül'ü de. Makina sebebiyle iş bulamayan ırgatı da, darboğazdan kırılan "ana"ları ve oğullarını da.

Aslında bu nesil(Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mehmet başaran vesaire...) yüz akımızdır. Kalkınma da, büyüme de, gelişme de pek tabii isyanlar da, devrimler de köyden başlar. İşte bunların her biri Cumhuriyet sonrası ilk kıpırtıları, ilk isyanları kaleme alan kişilerdir. Gerek romantik, gerek alaycı, gerek sert bir dille. Kabul, kimi zaman vasatın altına düşerek. Marshall Yardımları'nı yazdılar, töreleri, zulümleri yazdılar. Daha da yazacaklardı, neyse ki tam  "komünist " olacaklarken "yuvaları" kapatıldı.

1923-28 doğumlular diyelim, Cumhuriyet'in ilk neslinin alnı ak, başı diktir. Bahsettiğim gibi, haksızlığa sesini yükseltmiş, daha o zamandan isyanın ilk ateşini yakmışlardır. Sahiden aydınlıktır yüzleri. Sığlıksa sığlık; vatan da bilirler, toprak da. Ana da, bacı da. En önemlisi, ABD'yi de bilirler Marshall'ı da. Ve eşsiz bir "makinalaşma" özlemi taşısalar da Messey-Ferguson'u da çok iyi bilirler. Bayram değil seyran değil Apaydın başta olmak üzere yaşayanların ellerinden öperim. Toprak altındakilerin ruhu şad olsun.

*Messey-Ferguson: Ülkemizde kullanılmaya başlanılan ilk traktörlerin üretici firması.

18 Kasım 2010 Perşembe

Yumru #2

"Bu ayakkabıları baban mı keşfetti?"

"Evet. Babam keşfetti. Peki Amerika'yı kim keşfetti?"

"Ne bileyim ben?"

"Kristof Kolomb. Sen önce onu merak et..."


                                                                 ("Zıkkımın Kökü" filminden...)

Zıkkımın Kökü

Ben küçüklüğümde dahi Muzaffer İzgü okumadım. Dolayısıyla ne yazdığı, nasıl yazdığı hakkında da hiç bir fikrim yok. Yalnız, Cumhuriyet'in modernleşme projelerinden biri olan dönemin öğretmen okullarının birinde tahsil gördüğünü ve yeni yönetim biçimimizin, kırdaki çocukların okumuş," aydınlanmış" birer "birey" olarak inkilapların koruyucusu haline geldiği, yeni bir kuşak yaratma arzusunun verdiği belki de ilk filizlerden biri olduğunu bilirim İzgü'nün. Ne var ki, "Zıkkımın Kökü"nden sonra, en azından otobiyografik nitelikte olan iki eserini okumaya karar vermiş bulunmaktayım(Zıkkımın Kökü, Ekmek Parası). Kim bilir bu kararı vermemde İzgü'den daha çok Memduh Ün, Menderes Samancılar ya da Küçük Muzo etkili olmuştur.

Gelelim filme, ya da Küçük Muzo'ya...Filme yaşı 20'nin üzerinde olan hemen herkes bir şekilde, bir yerlerde rastlamıştır eminim. Fakat tekrar ve tamamen izleyince anladım ki Zıkkımın Kökü ile ilgili zihnimizdeki hatıralar bölük-pörçük, silik kalmayı hak etmiyor. Aksine, unutulmaması gereken, sıkıldıkça, tebessüm etmek istedikçe ve hatta kederlenmek, yok yere üzülmek istedikçe açıp izlememiz gereken, "bizden" Türk filmlerilerinden biri bu film. O kadar alışılmış bir hikaye ki aslında, yönetmenliğini dahi Memduh Ün yapmış, müzikler bittabi Cahit Berkay'dan, çoğumuzun babasının, dedesinin yaşadığı yoksulluk anlatılmış, taşra -aynı zamanda da- varoş anlatılmış... Bu tanıdık unsurlara rağmen kayıtsız kalamadığımız bir var olma savaşı var, hayata tutunma savaşı var, yıkılan evini yeniden yapan bir babanın hayalleri ve kaderciliği var... Var oğlu var.

Kendinizden bir şey bulamayacak hale gelene kadar izleyin.

Zıkkımın Kökü,1992
Yönetmen: Memduh Ün
Eser: Muzaffer İzgi
Senaryo: Memduh Ün, Macit Koper
Oyuncular: Menderes Samancılar, Emre Akyıldız, Meriç Başran, Günay Girik, Elif İnci
Müzik: Cahit Berkay

14 Kasım 2010 Pazar

Altyazı'nın 100. Sayısı

Her ay Altyazı edinen, okuyan biri değildim. En son, Hollywood'un Asi Çocukları kapağı ile çıkan Temmuz-Ağustos sayısını edinmiştim. Ve fakat öyle güzel bir 100. sayı hazırlamışlar ki, sanırım bundan sonra her ay Altyazı'nın içindekileri merak duygum dergiyi almadan sona ermeyecek. Bu özel sayı için, sinemamızda veya genel olarak öykü dünyamızda çok önemli yer tutan yaratıcıların, Altyazı'nın deyişiyle filmlerle yaşayanların, "sinemada uyananlar"ın notları bir araya getirilmiş. Uğur Yücel'den Murathan Mungan'a, yeni nesil yönetmenler Seyfi Teoman'dan(Tatil Kitabı) Seren Yüce'ye(Çoğunluk), meşhur öykücülerimiz Cemil Kavukçu'dan Yekta Kopan'a, Murat Uyurkulak'a, Adalet Ağaoğlu'na, Küçük İskender'e, Füruzan'a, Nuri Bilge Ceylan'a değin uzanan geniş bir yelpazeden yaptığı işlerin hakkını veren, filmler yaşayan tüm isimler, anılarını, kimi zaman çizimlerini dergi için paylaşmış.

Kasım'ın ikinci haftası itibariyle çıkan özel 100. sayı, kaçırılmaması gereken, arşivlik bir çalışma olmuş. Tebrik ederiz.

13 Kasım 2010 Cumartesi

Yumru

Elimden tuttu, peşi sıra adeta sürükledi beni. Bir yandan da "Avuçlarınız ne çok terlemiş," diyordu, "yazık size!"

Avuçlarım, yıllardır hep terlerdi.

"Yıllar önce geçirdiğim ağır bir depresyondan kalma," dedim. "O gün bu gün, hep terler avuçlarım. Hele biraz sıkılmaya göreyim..."

Hoş, depresyonumdan tümüyle kurtulduğum da söylenemezdi ya...

Kadri Öztopçu, Kırık Kalpler Treni (Yanlış Hikayeler,2006)

New York'ta Beş Minare : Vasata Beş Kala


Filmin ismini dahi yaratıcı bulanlar oldu ya, ben en başta ona şaşırıyorum. Neyse, "yeni" sinemamızın yeni ustasının yaklaşık 15 yıldır ötelediği fikri, büyük bir prodüksiyonla gösterime girmiş oldu. Biz de izledik ve payımıza düşeni aldık.

Olağanüstü kötü kurgusuna, bayağı ve zayıf hikayesine, dünyaca ünlü oyuncularla çalışılmış olmasına rağmen soytarılık düzeyinde kalmış(Danny Glover'in hidayete eren tavırları ve eski boksör hikayesi neydi öyle allahaşkına...) oyunculuk performanslarına değinmeyeceğim. Filmdeki fahiş hataların bir kısmını buradan okuyabilirsiniz. Ben geleyim kendi derdime.

Öncelikli takıntım; bu zatın her filmi "Bir Mahsun Kırmızıgül Filmi" diye pazarlanıyor da, çok pardon ama Mahsun Kırmızıgül de kim? Önemli biriydi de biz mi kaçırdık? Geç kalmış hakkını böyle mi teslim ediyoruz? Bu fantazi müzik icracısı-sinemacının sözümona sinemacılığını daha yolun başında sınıfta bırakan unsur nedir peki? Söyleyeyim, Kırmızıgül filmine getirilen eleştirileri önemsemiyor olabilir, eleştiriler onu zerre kadar ilgilendirmiyor da olabilir ne var ki eleştirmenleri görmezden gelme lüksüne sahip değil. On milyon dolarlık bütçe ile istediğin teknik ekibi veya oyuncuyu getirtebilirsin ancak filmini zorla beğendiremezsin(ki bence Muhsun'un istediği tam da bu:filmini zorla beğendirmek). Duyduğun her eleştiriden sonra alışkanlık edindiğin boyun kırma hareketini yaparsan olmaz. Herşeyden önce, sinema bir basiret ve cesaret işidir( bakınız: belki de kendini hiç bir sosyolojik temeli olmayan mesajlarınla yanına yakıştırmak istediğin YIlmaz Güney ve sineması).

Tamam anladık, Fethullah Gülen hocaefendiniz çok hoş görülü,karıncayı bile incitmeyen, gayet ılımlı, tüm dinlerin ve önemli şahsiyetlerin aynı "gökkube" altında yer alabileceğini veya buluşabileceğini öngören bir mümin ya da ideolog( ben fena "yeni osmanlıcılık" kokusu aldım bu kısımlarda tabii). Kim bilir, belki de tüm dünya "gerçek" islamı görse, birileri buna kasıtlı olarak engel olmasa, vakt-i zamanında kardeş kardeş yaşadığımız Osmanlı tebaası yeniden vücut dahi bulabilir imiş...eee sonra?

Çok kötü değil. Zaten, sanırım kimse on milyon dolarlık bir bütçe ile çok kötü bir iş çıkaramayacaktır. Vasatın çok çok altında ama çok kötü değil. Ve fakat ümitsizliğe gerek yok. Ne hikmetse, medyamız daha önce kimseyi sinema yapma konusunda bu kadar yüreklendirmemiş, bu kadar sırtını sıvazlamamıştı. Yani Mahsun bu hızla, önümüzdeki 10 sene içinde gerçekleştireceği 5 büyük proje ile vasata ulaşabilir. Ben filmin, ince bir mizah ürünü sayılan, iğrenç ismi ile Mahsun'un sinema  yolculuğu arasında ancak böyle bir ilişki kurabildim.