"Gitmek fiilinin altını çift çizgiyle en güzel trenler çizebilirmiş ona göre..."

18 Ocak 2011 Salı

Hayat Var


Belki de en basit filmi ama benim için 'Korkuyorum Anne'nin yeri başkadır. Lakin, 'Hayat Var' çok daha özel bir film. Çok arabesk bir kere. Varoş bile değil Hayat'ın ailesi-eğer bir ailesi varsa-, tek bir yasal işi yok babasının, annesi sözüm ona kendini kurtarmış, dedesi yatalak, her daim hizmet bekliyor Hayat'tan. Aslında herkes bir şey bekliyor Hayat'tan, bakkal bile. Sanki Hayat çevresindeki herkes için yaşamalıymış gibi. Bu yüzden ne mutluluk biliyor, ne keder, ne keyif... Herşeyin farkında fakat ne anlamlandırabiliyor var oluşunu-çünkü öyle bir imkanı yok-, ne de konumlandırabiliyor kendini topluluk içinde-kendi başınayken elini ağzına götüren bir çocuk, bakkalın taciziyle öğrenilen bir 'kadınlık'- neredeyse tek sosyalleşme aracı televizyon, babasının ufak teknesi bir de.

Filmde ne zaman ne mekan belli aslında. Tekinsiz bir atmosfer karşılıyor bizi. O nasıl bir ev öyle, ıssız mı ıssız, pis bir derenin kenarında. Şehirde yaşadıkları belli. Şehrin çeperinde. Çeperin görevi merkeze mal taşımaktır. Babasının kaderi başından belli aslında. Bir anlamda Hayat'ın da.

Filmi bir çok yönden Katalan filmi Petit Indi'ye benzettim. Özellikle kötülüğün içsel bir olgu olduğu meselesi ve şehrin çeperini anlatması açısından. Varoşun doğası bile neredeyse aynı resmedilmiş. Demek ki, bu mesele de bir çok boyutuyla evrensel.

Şimdilerin Feriha'sından daha cesur Hayat, Fatmagül'den daha masum aynı zamanda. Olayın güzelliği burada zaten. Hayat kasmıyor kendini, kıçını devirip televizyon izliyor bütün gün, diğer çocuklardan koruyan delikanlıya bırakıyor kendini isteyerek, üvey babasıyla, annesiyle oyun oynuyor resmen. Tecavüze uğruyor ama ağlamıyor farkında çünkü, öyle bir çocukluğun böyle bir kadınlığı olur.

Reha Erdem belki de en iyi filmini yapmış. Ne ki, hala bir Demirkubuz değil bana kalırsa.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Britanya Nasıl Kalkındı?


"İlk olarak, Britanya sanayilerini tehdit ettikleri anda sömürgelerinden yapılan mamul mal ithalatını yasakladı. 1699'da Yün Yasası(Wool Act) ile sömürgelerin yünlü ürün ihraç etmesini yasakladı ve böylece İrlanda'da o dönemde çok iyi bir durumda olan yün sanayiini öldürdü. 1700'de Hindistan'dan daha üstün olan pamuklu ürünlerin (calicoes) ithal edilmesi yasaklandı ve böylece o dönem dünyanın en etkin pamuklu ürün imalat sektörü olduğu söylenen Hindistan pamuk sanayiine büyük zarar verildi. Hindistan pamuk sanayi, 1813'te Britanya Hindistan'dan daha etkin bir üretici olduğu anda Doğu Hindistan Şirket'nin(East India Company) uluslararası ticaretteki tekelinin sona ermesiyle daha da büyük zarar gördü. İki kuşak sonra 1873'e gelindiğinde, İngiliz pamuklu mal ihracatının %40-45'inin Hindistan'a yönelik olduğu tahmin edilmektedir."

                                        Ha-Joon Chang, Kalkınma Reçetelerinin Gerçek Yüzü, İletişim Yay., Çeviren: Tuba Akıncılar Onmuş

6 Ocak 2011 Perşembe

Amerika


"... Hep birer savunmadır söyledikleri. Papaz da, iş adamı da, dış işleri temsilcisi de, insanı öfkeden patlatacak kadar çok istatistik söyler. Bu ülkeyi sevmenin, dindar olmanın erdemini telkin ederler bıkmadan. Konuşmaların sonundaki dualar hep, 'Ey Tanrı'mız, yurdumuzu, ailemizi, ulusumuzu koru...' diye biter. Sanki geceleri kürek çekerek bu ışıklı ülkeye birtakım düşmanlar yaklaşmaktadır. Sanki insanlar uykularında boğazlanacak; bankalar, fabrikalar, mağazalari polis büroları soyulacak, yakılıp yıkılacaktır."

                                                                        Fakir Baykurt, Amerikan Sargısı, 1966

2 Ocak 2011 Pazar

Köy Enstitüleri'nin Kapanışı İçin Gerekçeler


"Sabahattin Ali ile de, her hafta cumartesi günleri Ankara'da konser saatlerinden önce yarım saat, bir saat konuşurduk"
    
                                                                                                      Talip Apaydın


Not: Alıntı, Literatür Yayınevi'nce basılan "Eğitim Mirasımız Köy Enstitüleri Uygulanabilirliği ve Model Çalışmalar" adlı, 17-18 Nisan 2008 tarihli sempozyum notlarından yapılmıştır.

İktisat Tarihi



"1970'lerde ülkem Kore'de büyürken, ilkokulda dünyanın büyük siyasi liderlerinin devletin yayınladığı yaşamöykülerini okumaya teşvik edilirdik. Elbette  o dönemin güçlü diktatörü General Park Chung Hee de bunlardan biriydi. Diğer liderlerin arasında öne çıkan isimler, George Washington, Abraham Lİncoln, Winston Churchill ve Charles de Gaulle'dü.

Ancak, dünya sahnesinde sadece Amerikalıların ve Avrupalıların yerinin olduğunu düşünen Üçüncü Dünyalı bir okul çocuğu için bu liderlerin arasında bir de Türk liderinin bulunması ilginç bir durumdu. Bu Türk lider, General Kemal Paşa ya da Kore'de daha çok bilinen adıyla Kemal Atatürk'tü. Kemal Atatürk'ün yaşamöyküsünü okuyan bir okul çocuğu bile çok uzaklarda bir ülkeyi( mesafe olarak uzak ama linguistik olarak yakın, Türkçe de Korece de, Ural-Altay dilleridir) yönetmiş olan bu liderin General Park için bir rol modeli olduğunu anlayabiliyordu. Her ikisinin de mütevazı bir geçmişi vardı, her ikisi de bir darbeyle başa geçmiş askerlerdi ve en önemlisi her ikisi de kendilerini, ülkelerini yoksulluktan kurtarmayı hedefleyen kararlı ve çoğu kez katı modernleştiricier olarak görüyorlardı, öyleydiler de. Yıllar sonra bir ğniversite öğrencisi olarak kalkınma iktisadı okuduğumda Kemal Atatürk'ün gerçekten de daha sonra devlet güdümlü kalkınma stratejisi diye adlandırılacak olan stratejiyi ilk uygulayan Üçüncü Dünya lideri olduğunu öğrendim..."

                   
                                  Ha-Joon Chang, Kalkınma Reçetelerinin Gerçek Yüzü,İletişim Yayınları, Haziran 2003


Not: Yazı, Chang'in "Kicking Away the Ladder" adlı kitabının Türkçe basımı için yazdığı önsözden alınmıştır.

17 Aralık 2010 Cuma

Lord of the Flies (Sineklerin Tanrısı)

Kitabını çok daha önceden okumuştum. Filmini de(1990'da Harry Hook tarafından çekilen versiyonundan söz ediyorum) uzun yıllar önce, henüz çocukken izlemiştim ama eleştirel bir gözle izleyebilme şansım olmamıştı. Kitap çok daha detaylı olduğundan ve bu detayların çoğunu, kitabı uzun zaman önce okumuş olmamdan ötürü unutmuş olduğumdan, bu yazı genel itibariyle film olan Lord of the Flies ile ilgili olacaktır. Tabii, salt filminden bahsedecek olmamız, romanı unuttuğumuz anlamına gelmemelidir. Bilakis, filmden bahsetmek, romanın içindeki gizleri de anlamamıza yardımcı olacağından, bir bakıma kitabı daha iyi çözümlememize yardımcı olacaktır.

İnsanın, çocuk da olsa içinde taşıdığı kötülük...Konu genel olarak tek cümleyle özetlenebilir aslında. Lakin bu kötülüğün, ortaya çıktığı davranışları, normatif bir yapı içerisinde kendini sürekli kılabilmesini, yeniden üretebilmesini ve hatta en iyimizde bile(Domuzcuk'u saymazsak, bu en iyi, özellikle kitaptaki kısımları hatırlayacak olursak Ralph oluyor sanırım. Simon'un yaradılışını burada diğer çocuklardan en başta ayırmamız gerekir.) hangi koşullarda, nasıl ortaya çıktığını  görmek; güdüsel bir kötülükten çok daha önemli, dikkat edilmesi gereken bir alt-metin oluşturuyor filme. Evet, Roger mutlak kötü, bunu tahlil etmek o kadar da zor olmuyor. Ama Jack öyle mi? Jack'in öne çıkan özellikleri (liderlik kabiliyeti, yüksek egosu, yetenekleri) onu belki de "zorla" kötü yapıyor. Bu noktada, fazlaca sıradan olan Ralph'ın da "mecburiyetten" iyi olduğunu söylemek  mümkün oluyor tabii. Yani, içimizde taşıdığımız inkar edilemez kötülüğün dışında, belli amaçlar, istekler uğruna ket vurmadığımız belki de vuramadığımız kötü yanımız... Zaten bu kötülüğü, bir anlamda aştığın an Simon gibi bir havari olup çıkıyorsun(Simon ismi Hazreti İsa'nın havarilerinden Simon'a gönderme yapmaktadır) ki o halde dahi kişiyi pek parlak bir geleceğin beklemediğini biliyoruz. Hayatta kalmak uğruna, dışardan gelen herhangi bir etkiye gösterdiğimiz bir tepki gibi kötülüğü veya iyiliği ve hatta bu hallerin derecelerini belirliyoruz diyebiliriz özetle. Kişilere biraz daha derinlemesine bakalım ve Golding'in kitaptaki esas tekniği olan sembolizmin romandaki-filmdeki- yansımalarını bulmaya çalışalım.

Simon filmin en zayıf noktasını oluşturuyor aslında. Onu hiç tanıma şansımız olmuyor. Yalnızca vahşetin çağrısına kurban edilişine üzülüyoruz o kadar. Oysa Simon, kitabın en can alıcı karakterlerinden biri. Bunun dışında, Domuzcuk dahi çok iyi resmedilmiş değil bence. Daha çok, dalga geçilen, hor görülen hatta üzerinden cinsel aşağılamalar yapılan bir karaktere dönüşmüş olsa da ve bunların hepsi, bir yere kadar doğru olsa da, Domuzcuk'un taşıdığı potansiyel filmde hiç mi hiç yer bulamamış kendine. Evet bu çocukların hepsi disiplin sahibi, özel çocuklar, ama kabul edelim ki Domuzcuk çok başka, o, bir yanıyla, hep olmak istediğimiz uygar bireyi yansıtıyor. Kaldı ki, filmde Ralph'in can yoldaşı gibi gösterilse de, aslında, yalnız kalana kadar Ralph'in onu görmezden geldiğini, ona gereken önemi vermediğini de biliyoruz. Ralph'e gelirsek, ben her şeye rağmen, onun "diğerlerinden" farklı bir yerde durmasına özen göstereceğim. Evet, aslında çok yeteneksiz-en az Domuzcuk kadar- ve fakat yeteneksizliği ve basiretsizliğine rağmen sağduyulu, paylaşımcı ve eşitlikçi olması onu diğerlerinden farklı yapmaya yetiyor. Ralph'in durumunu, liderlik melekelerine sahip olmadığı halde hasbelkader liderlik koltuğunda oturanların hemen hepsinde gözlemleyebilirsiniz. Son derece iyi niyetli ve yapıcıdırlar. Lakin bu "iyilikleri" can sıkıntısından başka bir şey uyandırmaz sizde. Jack ise tam tersidir. Kazanma hırsını Melih Gökçek'le dahi bağdaştırabiliriz ancak vahşilikte Hitler'i bile gölgede bırakabilecek kadar "hünerli"dir. Aslında tam bir muktedir'dir o. Onun için şeytan minaresinin kimde olduğu hiç önemli değildir. Adadan kurtulmak için kimin ne yapması gerektiği de. O sadece iktidar olmak ister ve liderlik yapabilecek kabiliyetlere de  sahiptir. Vicdanını köreltmek için, maske niyetine bir boya sürer yüzüne ve yeni kimliğini geçirir üstüne. Artık doyasıya kötülük yapabilir. Çünkü kötülük yapmaması gerektiğini söyleyen, bir oto kontrol mekanizması yoktur artık. O tıpkı ilkçağlardaki gibi bir avcıdır. Üstelik, çetesini bir arada tutması için ne Domuzcuk gibi aklı selim sözler etmesi gerekir ne de Ralph gibi sümsük olması. Bir takım korkular yaratarak tüm çeteyi kendisine bağlayabilir. Ürettiği, korkular bir süre sonra kendi boyunu aşsa dahi, artık bir düzenin yeniden üretimini sağlayacaktır. Roger'e gelirsek, bir dava için canını veren gözükara birinden çok, "devlet için kurşun sıkan" bir psikopatı andırıyor. Tabii filmde Roger de yeterince işlenmiyor. Roger'in tamamiyle kötü olduğunu biliyoruz ancak bunu patolojik bir durum olarak algılamıyorsak nereye oturtacağımızı açıkçası bilemiyorum.

Karakterleri sembolik yakıştırmalarla inceledik aslında. Lakin, romanın İkinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından, belki de savaştaki güç dengesini resmedebilmek amacıyla yazıldığını biliyoruz. Bu noktada, kitabı değerlendirirken sıkça başvurulan yöntemlerden ilki, Ralph ve Jack karakterlerinden hareketle; çift kutuplu dünyayı tarif etmek olmaktadır. Bu bir yere kadar anlamlıdır da. Hatta, filmden hatırlayacak olursak; Ralph'in çocuklar üzerinde kurulan "Rus" korkusuna büyük bir olgunlukla gülüp geçmesi Ralph'i SSCB cephesinde düşünmemize neden olmaktadır. Jack'in de vahşilikte Hitler'i, ayak oyunlarında ise A.B.D'yi aratmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Domuzcuk hep olmak istediğimiz ama bir türlü olamadığımız ideal birey iken, canımız nedense hep Roger olmak istemektedir. Saf bir kötülük, nedensiz ve dediğim gibi patolojik. Herşeyin dışında, Simon ise dışarıdan kimsenin yaptığına bir anlam veremeyerek, büyük bir şaşkınlıkla olan biteni izlemektedir. Ancak gerçeği kısa sürede tecrübe edecektir: "İnsan insanın kurdudur."

25 Kasım 2010 Perşembe

Talip Apaydın Aydınlığı

Apaydın bir aydınlık onunki. Güzel kafiye oldu, olsun. Ne yalan söyleyeyim, Köy Enstitüleri projesi ve onun yetiştirdiği neslin sahiciliği iliklerime işlemiş gibi. Taşrayı kavrama ve belki de yenme özlemi... Sanki evliliklerin planlı çocuklarından onlar. Buna rağmen ne kadar sahiciler. İşte Talip Apaydın, Kurtuluş Savaşı'nı da yazdı, 12 Eylül'ü de. Makina sebebiyle iş bulamayan ırgatı da, darboğazdan kırılan "ana"ları ve oğullarını da.

Aslında bu nesil(Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mehmet başaran vesaire...) yüz akımızdır. Kalkınma da, büyüme de, gelişme de pek tabii isyanlar da, devrimler de köyden başlar. İşte bunların her biri Cumhuriyet sonrası ilk kıpırtıları, ilk isyanları kaleme alan kişilerdir. Gerek romantik, gerek alaycı, gerek sert bir dille. Kabul, kimi zaman vasatın altına düşerek. Marshall Yardımları'nı yazdılar, töreleri, zulümleri yazdılar. Daha da yazacaklardı, neyse ki tam  "komünist " olacaklarken "yuvaları" kapatıldı.

1923-28 doğumlular diyelim, Cumhuriyet'in ilk neslinin alnı ak, başı diktir. Bahsettiğim gibi, haksızlığa sesini yükseltmiş, daha o zamandan isyanın ilk ateşini yakmışlardır. Sahiden aydınlıktır yüzleri. Sığlıksa sığlık; vatan da bilirler, toprak da. Ana da, bacı da. En önemlisi, ABD'yi de bilirler Marshall'ı da. Ve eşsiz bir "makinalaşma" özlemi taşısalar da Messey-Ferguson'u da çok iyi bilirler. Bayram değil seyran değil Apaydın başta olmak üzere yaşayanların ellerinden öperim. Toprak altındakilerin ruhu şad olsun.

*Messey-Ferguson: Ülkemizde kullanılmaya başlanılan ilk traktörlerin üretici firması.