Kitabını çok daha önceden okumuştum. Filmini de(1990'da Harry Hook tarafından çekilen versiyonundan söz ediyorum) uzun yıllar önce, henüz çocukken izlemiştim ama eleştirel bir gözle izleyebilme şansım olmamıştı. Kitap çok daha detaylı olduğundan ve bu detayların çoğunu, kitabı uzun zaman önce okumuş olmamdan ötürü unutmuş olduğumdan, bu yazı genel itibariyle film olan Lord of the Flies ile ilgili olacaktır. Tabii, salt filminden bahsedecek olmamız, romanı unuttuğumuz anlamına gelmemelidir. Bilakis, filmden bahsetmek, romanın içindeki gizleri de anlamamıza yardımcı olacağından, bir bakıma kitabı daha iyi çözümlememize yardımcı olacaktır.
İnsanın, çocuk da olsa içinde taşıdığı kötülük...Konu genel olarak tek cümleyle özetlenebilir aslında. Lakin bu kötülüğün, ortaya çıktığı davranışları, normatif bir yapı içerisinde kendini sürekli kılabilmesini, yeniden üretebilmesini ve hatta en iyimizde bile(Domuzcuk'u saymazsak, bu en iyi, özellikle kitaptaki kısımları hatırlayacak olursak Ralph oluyor sanırım. Simon'un yaradılışını burada diğer çocuklardan en başta ayırmamız gerekir.) hangi koşullarda, nasıl ortaya çıktığını görmek; güdüsel bir kötülükten çok daha önemli, dikkat edilmesi gereken bir alt-metin oluşturuyor filme. Evet, Roger mutlak kötü, bunu tahlil etmek o kadar da zor olmuyor. Ama Jack öyle mi? Jack'in öne çıkan özellikleri (liderlik kabiliyeti, yüksek egosu, yetenekleri) onu belki de "zorla" kötü yapıyor. Bu noktada, fazlaca sıradan olan Ralph'ın da "mecburiyetten" iyi olduğunu söylemek mümkün oluyor tabii. Yani, içimizde taşıdığımız inkar edilemez kötülüğün dışında, belli amaçlar, istekler uğruna ket vurmadığımız belki de vuramadığımız kötü yanımız... Zaten bu kötülüğü, bir anlamda aştığın an Simon gibi bir havari olup çıkıyorsun(Simon ismi Hazreti İsa'nın havarilerinden Simon'a gönderme yapmaktadır) ki o halde dahi kişiyi pek parlak bir geleceğin beklemediğini biliyoruz. Hayatta kalmak uğruna, dışardan gelen herhangi bir etkiye gösterdiğimiz bir tepki gibi kötülüğü veya iyiliği ve hatta bu hallerin derecelerini belirliyoruz diyebiliriz özetle. Kişilere biraz daha derinlemesine bakalım ve Golding'in kitaptaki esas tekniği olan sembolizmin romandaki-filmdeki- yansımalarını bulmaya çalışalım.
Simon filmin en zayıf noktasını oluşturuyor aslında. Onu hiç tanıma şansımız olmuyor. Yalnızca vahşetin çağrısına kurban edilişine üzülüyoruz o kadar. Oysa Simon, kitabın en can alıcı karakterlerinden biri. Bunun dışında, Domuzcuk dahi çok iyi resmedilmiş değil bence. Daha çok, dalga geçilen, hor görülen hatta üzerinden cinsel aşağılamalar yapılan bir karaktere dönüşmüş olsa da ve bunların hepsi, bir yere kadar doğru olsa da, Domuzcuk'un taşıdığı potansiyel filmde hiç mi hiç yer bulamamış kendine. Evet bu çocukların hepsi disiplin sahibi, özel çocuklar, ama kabul edelim ki Domuzcuk çok başka, o, bir yanıyla, hep olmak istediğimiz uygar bireyi yansıtıyor. Kaldı ki, filmde Ralph'in can yoldaşı gibi gösterilse de, aslında, yalnız kalana kadar Ralph'in onu görmezden geldiğini, ona gereken önemi vermediğini de biliyoruz. Ralph'e gelirsek, ben her şeye rağmen, onun "diğerlerinden" farklı bir yerde durmasına özen göstereceğim. Evet, aslında çok yeteneksiz-en az Domuzcuk kadar- ve fakat yeteneksizliği ve basiretsizliğine rağmen sağduyulu, paylaşımcı ve eşitlikçi olması onu diğerlerinden farklı yapmaya yetiyor. Ralph'in durumunu, liderlik melekelerine sahip olmadığı halde hasbelkader liderlik koltuğunda oturanların hemen hepsinde gözlemleyebilirsiniz. Son derece iyi niyetli ve yapıcıdırlar. Lakin bu "iyilikleri" can sıkıntısından başka bir şey uyandırmaz sizde. Jack ise tam tersidir. Kazanma hırsını Melih Gökçek'le dahi bağdaştırabiliriz ancak vahşilikte Hitler'i bile gölgede bırakabilecek kadar "hünerli"dir. Aslında tam bir muktedir'dir o. Onun için şeytan minaresinin kimde olduğu hiç önemli değildir. Adadan kurtulmak için kimin ne yapması gerektiği de. O sadece iktidar olmak ister ve liderlik yapabilecek kabiliyetlere de sahiptir. Vicdanını köreltmek için, maske niyetine bir boya sürer yüzüne ve yeni kimliğini geçirir üstüne. Artık doyasıya kötülük yapabilir. Çünkü kötülük yapmaması gerektiğini söyleyen, bir oto kontrol mekanizması yoktur artık. O tıpkı ilkçağlardaki gibi bir avcıdır. Üstelik, çetesini bir arada tutması için ne Domuzcuk gibi aklı selim sözler etmesi gerekir ne de Ralph gibi sümsük olması. Bir takım korkular yaratarak tüm çeteyi kendisine bağlayabilir. Ürettiği, korkular bir süre sonra kendi boyunu aşsa dahi, artık bir düzenin yeniden üretimini sağlayacaktır. Roger'e gelirsek, bir dava için canını veren gözükara birinden çok, "devlet için kurşun sıkan" bir psikopatı andırıyor. Tabii filmde Roger de yeterince işlenmiyor. Roger'in tamamiyle kötü olduğunu biliyoruz ancak bunu patolojik bir durum olarak algılamıyorsak nereye oturtacağımızı açıkçası bilemiyorum.
Karakterleri sembolik yakıştırmalarla inceledik aslında. Lakin, romanın İkinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından, belki de savaştaki güç dengesini resmedebilmek amacıyla yazıldığını biliyoruz. Bu noktada, kitabı değerlendirirken sıkça başvurulan yöntemlerden ilki, Ralph ve Jack karakterlerinden hareketle; çift kutuplu dünyayı tarif etmek olmaktadır. Bu bir yere kadar anlamlıdır da. Hatta, filmden hatırlayacak olursak; Ralph'in çocuklar üzerinde kurulan "Rus" korkusuna büyük bir olgunlukla gülüp geçmesi Ralph'i SSCB cephesinde düşünmemize neden olmaktadır. Jack'in de vahşilikte Hitler'i, ayak oyunlarında ise A.B.D'yi aratmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Domuzcuk hep olmak istediğimiz ama bir türlü olamadığımız ideal birey iken, canımız nedense hep Roger olmak istemektedir. Saf bir kötülük, nedensiz ve dediğim gibi patolojik. Herşeyin dışında, Simon ise dışarıdan kimsenin yaptığına bir anlam veremeyerek, büyük bir şaşkınlıkla olan biteni izlemektedir. Ancak gerçeği kısa sürede tecrübe edecektir: "İnsan insanın kurdudur."

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder